“Aslı Gibidir” adlı kopya sanat eserlerinin orijinalinden daha kıymetli olabileceği üzerine yazılmış kitabını tanıtmak için İtalya’ya gelen bir İngiliz yazar ve ilginçtir ‘kopya’ eserler sattığı bir galerisi olan Fransız bir kadının diyaloglarından oluşuyor film. Diyaloglar yolculuğa çıkmışsınız gibi hissettiriyor. Yer yer beklenmedik şeyler karşınıza çıkıyor, farklı şeylere evriliyor, öğretiyor. Ayrıca karakterler yarım gün içinde 15 yıllık bir evliliği canlandırıyor çünkü yazara şehri tanıtmak ve yüzeysel yani görünürdeki motivasyonu elindeki kitapları imzalatmak olan bu kadınla, şehre kitabıyla ilgili seminer vermek için gelmiş yazarı kahve içmeye oturdukları yerde çalışan kadın evli bir çift sanınca filmin o kısmından itibaren karı koca gibi davranmaya başlıyorlar aniden. Kendileri de bir sonraki adımı bilmedikleri bir oyunun içine giriyorlar ve biz de oyunun içinde oyun izliyoruz. Bir noktadan sonra onlar da seyirciler olarak biz de kendilerine biçtikleri rollere ve hikayeye inanmaya başlıyoruz.
15 yıllık evliymiş gibi davranırken olması gerektiği üzere birbirlerine sarılan, birbirini kıskanan, bazen tartışan, bazen kavga eden hatta öyle gerektiği için tavır alıp çocukça birbirlerine küsebilen bireylere evriliyorlar. Burada dikkatimi çeken ve beni çok etkileyen, diyalogların hikayenin ve ikisi arasında geçen uydurulmuş ilişkinin seyrine göre değişmesi. İtalya sokaklarını İngilizce ve Fransızca konuşarak gezen Elle ve James başlangıçta erkeğin baskın bir durumda olmasının karşılığı olarak İngilizce konuşuyorlar, ortam kızıştığında karakterler ana dillerini konuşup lisan kullanımıyla seyirciye yabancılaşmayı hissettiriyorlar ve aynı zamanda insanın bencil doğasına da bir atıf bulunuyor bence burada. Filmin sonlarına doğru ise kadının ağırlığı devreye giriyor ve Fransızca konuşmaya başlıyorlar. Bazen o kadar kendimize odaklı oluyoruz ve iletişime, karşı tarafın varlığına kapalı oluyoruz ki ayrı bir lisan konuşur gibi oluyoruz.
Filmi izledikten sonra, ben bunu böyle adlandırıyorum, “dolu” hissediyorsunuz. Özellikle arabada oldukları sahnede konuşulanlar çok etkileyici.
İkili ilişkiler yalnızca kadın-erkek ilişkisinden ibaret olmadığından Kiyarüstemi çocukla ebeveynler arasındaki ilişkiye de değiniyor. Çocukların özellikle başarılı bir şekilde yaptığı gibi hayatı zorlaştırmak yerine basitleştirmek ve keyifli hale getirmek taraftarı olan James bir fıkra anlatıyor. Fıkra şöyleydi:
Issız bir adada kazazede bir adam vardır. Bir gün sahilde dolaşırken kuma gömülü bir lamba bulur. Çıkartır, tozunu alır ve birden bir cin belirir. Ben bu lambanın ciniyim. Senin üç dileğini gerçekleştireceğim der. İlk dileğini sorar. Hava sıcak, adam bitkindir ve buz gibi hiç bitmeyen bir şişe Coca Cola istiyorum der. Biraz sonra cin elinde bir şişeyle ortaya çıkar. Adam şişeyi alır, içer ve şişe yeniden dolar. Cin iki dileğini daha olduğunu söyler. Adam da yalnızca iki şişe daha Coca Cola der.
Yani yaşam adam için o kadar basittir ki bir şişe kolayla tatmin olur ve elinde istediği şeyin hiç bitmeyecek kadarı varken dileklerini bunun için kullanır. Yarından çok odak bugündedir ve yaşam anlardan ibarettir. Aynı şekilde çocuklar da böyledir ve bir anne olarak Elle bundan yakınır James’e. Çocuk anı yaşar ve o anki ihtiyacı ya da isteği önemlidir onun için. Elle semineri dinlerken acıktığı için annesini peşinde sürükleyen ve onun semineri dinlemesini engelleyen çocuğun bu fıkradaki adamdan farkı yoktur bence. Bu şekilde olduğundaysa Elle kendi olarak yaşadığı hayat yerine yani “orijinal” olan yerine, çocuğun annesi rolünde olduğu “kopya” yaşamı yaşar denilebilir. Bir şeyleri hep onun yerine düşünmek ve sorumlulukları almak zorunda olduğunu anlatır ayrıca.
Bu da yine beni etkileyen diyaloglardan birini, James’in 5 yıl önce gördüğü anne ile çocuğunu anlattığı kısmı hatırlattı bana çünkü Elle tam da James’in gördüğü bu anne gibidir. Anne sokakta yürürken biraz ilerleyip durup ardından hemen çocuğuna bakıyormuş ve bunu sürekli tekrarlıyormuş. Bunu yapmaktaki amacı çocuğunun arkasından geliyor olduğundan, iyi ve güvende olduğundan emin olmakmış. Ama James’in fark ettiği annenin onunla hiç yan yana yürümemesiymiş. Önden gidip onu asla beklemiyormuş, çocuk da aynı şekilde yavaş yürüyüp ona yetişmeye çalışmıyormuş. Yani anne ile çocuk aynı çizgide ilerlemiyorlarmış. Bunu anlattığında Elle’in tanıdık geldiğini ve o günlerde pek iyi olmadığını söyleyip ağlaması aslında merak uyandırıyor çünkü bu, ikisinin daha önce karşılaşmış olabileceği anlamına geliyor. Çocuğun erkek çocuğu olması ve aralarındaki kopukluğun benzer olması da ihtimali güçlendiriyor. Kiyarüstemi ikilinin tamamen yabancı olup olmaması konusunda açık pencere bırakıyor burada.
Daha sonra James anneyle çocuğu ilk kez yan yana bir heykelin yanında gördüğünü anlatıyor. Bu heykel Michelangelo‘nun Davut heykeli ve Floransa‘nın Signori Meydanı‘nda bir kopyası var. Çocuk ve annesi de zaten bu kopyanın yanındalar. Kopya olan heykel aslıyla öyle “birebir” ki aslının Akademi Müzesi‘nde olduğunu anlayabilmemiz için birinin bunu bize söylemesi gerekiyor çünkü zaten hepimizin zihninde, yani insan zihninde bazı sınırlılıklar var. Bu da yanılsamalara yol açıyor. Bunlardan biri “Benziyorsa aynıdır” algısını sağlayan aynılık yanılsaması. James’in hikayesindeki anne de gerçeği oğluna söylemiyor zaten. Çocuğunun onun özgün, orijinal ve “gerçek” olan olduğuna inanmasına ve büyülenerek bakmasına izin veriyor. Zaten her şeyin hızla kopyalandığı, klonlandığı, çoğaltıldığı bir dünyada neyi özgün, neyi kopya sayacağımız da bulanıklaşıyor bence.
Karakterler kendilerine biçtikleri rolleri canlandırırken ve aslında olmayan bir şeyi canlandırırken sürekli çalan bir telefonla bölünüyorlar. Aslında bu bile içinde bir anlam barındırıyor çünkü burada içinde bulunduğumuz dünyada hayal kurmanın bile çoğu zaman ne kadar zor olduğunu görüyoruz. Aslında kendilerine başka bir gerçeklik ve kimlik tanımlarken de orijinal yaşamlarının bir kopyasını oluşturuyorlar. Bu filmin de kitabın da savına çok uygun. Filmin bir yerinde de Elle onu bir eserin önüne getiriyor ve aslında bu resmin yüzlerce yıl boyunca orijinal olduğu sanılmasına rağmen elli yıl önce kopya olduğu ortaya çıktığını söylüyor ama görüyoruz ki herkes esere tıpkı “orijinal”miş gibi hayranlıkla yaklaşıyor, onu görmeye geliyorlar.
Selvi ağaçlarıyla ilgili yapılan benzetmeye de hayran kaldım. Temelde şunu anlatmak istiyor, bir obje alınır ve müzeye konulur. Bu nedenle de insanların ona bakış açısı değişir çünkü o bir eserdir artık. Önemli olan objenin kendisi olmaktan çıkmıştır. Yolun iki tarafındaki selvi ağaçlarından bu duruma örnek veriyor James. Çok güzel ve eşsiz olduklarını söylüyor ve haklı çünkü dediği gibi birbirinin aynısı iki tane görmek imkansız. Aynı zamanda bu ağaçların çok yaşlı olduğundan bahsediyor. Birçok yandan selvi ağaçları sanat eseri tanımına uyuyor ama tek fark onların bir galeride olmaması. Bu nedenle de yolun iki ucunda akan bu ağaçlara yeterince dikkat edilmiyor bile.
İkilinin uydurma hikayelerinde birbirlerine suçlayıcı yaklaşmaya başladığını görüyoruz film ilerledikçe. Elle hayali yıldönümlerinde James’i uyuyakalmakla suçlarken ve kendisini yeterince görmediğinden yakınırken James başka bir uydurma hikayeyle karşılık veriyor ona. Çocuklarının ve kendisinin bulunduğu bir arabayı kullanırken neden uyuyakaldığını ve onları sevmeyi bıraktığı için mi bunu yaptığını soruyor. Sadece yorgun olduğunu söyleyince de kendisinin de yıldönümlerinde öyle olduğunu söylüyor James ama kadın bunu reddediyor.
Bu şekilde baktığımızda aslında durumların ne kadar bakış açısına göre değişebildiğini ve statik değil dinamik olduğunu anlarız. Zaten ikilinin canlandırdığı ilişki de statik değildir. Canlılar gibi nefes alır, bir devinim içindedir. Herakleitos’un ünlü sözü “Panta Rei” yani “Her şey akar”da olduğu gibi bir akış ve değişim halinde. Zaman içindeki değişiklikler sıklıkla gözardı ettiğimiz bir şey. İkilinin 15 yıl gibi uzun bir süre boyunca evli kalıp değişimlerden geçmemesi filmde de gördüğümüz gibi mümkün değil. James her şeyin değiştiğini, ancak bu değişmeleri hep görmezden geldiğimizi söylüyor. “Özgün olan ile kopya olan” arasındaki ilişkinin bir benzerini “önceki ile şimdiki” arasında kuruyor. Anlıyoruz ki, “şimdiki”ni kabullenemezsek hep “önceki”nde kalırız. Artık yaprakları yeşermeyen bir bahçeye bile “güzel değil” denemeyeceğine, yazının sonunda yer verdiğim bir şiirden örnek veriyor. Seyirciye de kendi yaşamında sorgulayabileceği bir çok şey bırakıyor film.
Filmin sonlarına doğru Elle bir merdivenin basamaklarına oturup ayağını acıtan ayakkabısını çıkarıyor ve buraya geleceklerini bilseydi bu ayakkabıyı giymeyeceğini söylüyor. Aslında yaşamda da aynı şekilde zorluk yaşayacağımızı, acı çekeceğimizi bilsek yapmayacağımız şeyler var ama yaşamın plansızlığı ve tesadüfiliği içinde bunun öngörülüp engellenmesi mümkün değil. Zaten Elle’in yaşadığı basit örnekte bile öyle olmuyor. Öte yandan ayakkabı geçirilen güzel bir günün sonunda, gezilen sokaklardan sonra acıtıyor. Yani yaşamın güzelliklerini acı takip ediyor. Bu durum kendi içinde bir akışa sahip. Aynı zamanda o sahnede James kadına niye kiliseye girdiğini soruyor. Elle rahatlamaya ihtiyacı olduğunu, boğuluyor gibi hissettiğini anlatıyor ve sütyenini çıkarması gerektiğini söylüyor. Bunu da bazen kendi kabuğumuza çekilme ve yüklerden arınma ihtiyacına benzettim ben. Kendi iç huzurumuzu yine kendimizde buluyoruz.
Sinematografik olarak da film taşıdığı ruhla aynı çizgide. Sekanslar çok gerçekçi, yakın plan çekimlerle ve hareketli sahnelerde sanki onlarla birlikte biz de Toskana sokaklarında yürüyoruz ve üçüncü bir kişi olarak onları dinliyoruz. Juliette Binoche’un kadrajda tek başına yer aldığı ve kameraya baktığı sahneler bazen kendimizi James olarak hissedebileceğimiz kadar gerçekçi. Ayrıca başka bir hüner de çeşitli yüzeylerden yansıyan diğer kişileri kullanarak filmin sadece baş karakterlere odaklanmış olmasını engellenmiş. Filmin birçok yerinde bunu görmek mümkün. Böylece ikili arasındaki hikayeye odaklanmış ve bu çerçevenin dışına çıkmayan bir film izlemiyoruz. Son olarak film yapı olarak Richard Linklater’ın Before üçlemesine benziyor. Yoğun diyalog kullanımından rahatsız olmayacaksanız ya da aynı diyalog içinde birden değişen diller kafanızı karıştırmayacaksa Before üçlemesini sevenlere tavsiye ederim.
Normalde şiirlerin yazıldığı dilden başka bir dile çevrilmesine karşı olsam da bahsi geçen Mehdi Akhavan Sales’e ait Yapraksız bir bahçe şiirinin türkçe çevirisini buraya bırakarak yazıyı sonlandırıyorum.
Ey bulut, o giydiğin nemli, soğuk gocukla
Gel, yapraksız bahçede gökyüzünü kucakla.
Bahçe yalnız başına bütün gün, gece gündüz,
masum, üzgün ve sessiz.
.
Rüzgâr onun şarkısı, müziği yağan yağmur,
elbisesi çıplaklık, işte, üstünde durur.
Bir başka giysi ona gerekiyorsa, rüzgâr
altın iplikle diker.
.
Yeşerir mi bilinmez, kimbilir o nerede
bahçıvan da yok orda, yolu düşen kimse de
Gelecek ilkbaharı beklemeden, kendince
yitip gider o bahçe.
Gözlerinden ısıtan bakışlar saçmasa da
yüzünde gülümseyen bir yaprak açmasa da
“güzel değil” denemez o yapraksız bahçeye.
O bize şöylesine bir öykü anlatıyor:
Üstten bakan meyveler, bir zamanlar her şeye
şimdi toprak altında, mezarlarda yatıyor.
.
Yapraksız bahçe,
gözyaşları kanlı, gülünce.
Sarı yelesi savrulan atını sürerek,
hükmediyor oraya sonsuza dek
her mevsimde hükümdâr –
sonbahar.
.
Mehdi Akhavan Sales
Tahran, Haziran 1956
Leave a Reply